Gönderen: Funkster Jan 10 2011, 10:26 PM
YEDİNCİ GEMİ FİLM BİLGİSİ
http://sinema.yedincigemi.com/7g-40414-The-Social-Network.html
Sosyal Ağ |
http://www.yedincigemi.com/sinema/thumb/big/tt1285016.jpg http://www.imdb.com/title/tt1285016http://www.rottentomatoes.com/alias?type=imdbid&s=1285016
| Yönetmen: http://sinema.yedincigemi.com/p/333/David-Fincher Yazar/Senarist: http://sinema.yedincigemi.com/p/227874/Aaron-Sorkin, http://sinema.yedincigemi.com/p/263149/Ben-Mezrich Tür: http://sinema.yedincigemi.com/search.php?ft=y&q=Biography&qopt=genre / http://sinema.yedincigemi.com/search.php?ft=y&q=Drama&qopt=genre / http://sinema.yedincigemi.com/search.php?ft=y&q=History&qopt=genre Konu: 2003 yılında bir akşam, Harvard Üniversitesi öğrencisi ve bilgisayar programcısı Mark Zuckerberg, bilgisayarının başına oturur ve yeni bir fikir üzerinde çalışmaya başlar. Çılgın içerikli web günlüğü... IMDB Notu: 8.2 / 10 (64,456 oy) http://sinema.yedincigemi.com/imdbtop250.php #: 160 Süre: 120 dakika Ülke: ABD Dil: İngilizce / Fransızca Ödüller: Altın Küre adayı oldu Oyuncular: http://sinema.yedincigemi.com/p/21127/Jesse-Eisenberg, http://sinema.yedincigemi.com/p/134400/Rooney-Mara, http://sinema.yedincigemi.com/p/263134/Bryan-Barter, http://sinema.yedincigemi.com/p/55375/Brenda-Song, http://sinema.yedincigemi.com/p/130491/Dustin-Fitzsimons
|
Peki David Fincher nasıl yaşlanıyor?
Facebook nasıl ortaya çıktı? Evet,
David Fincher’ın yeni filminin konusu tek cümleyle bu. Birçok filmin konusunu tek cümleyle anlatabilirsiniz. Fakat sözkonusu
Fincher gibi yakın tarihimize adını değerli mücevheratlarla yazdırmış yönetmenlerden biri ise, filmin sadece konusu da olsa tek cümleyle işin içinden kolayca çıkılmamalı. Ne var ki artık sözkonusu
Fincher olunca çıkılabiliyor. En son
Zodiac ile kendisine olan hayranlığımı kelimelere sığdırmaya yeltenip sonra vazgeçtiğim
Fincher, benim için
Zodiac’ta kaldı galiba. Önce
The Curious Case Of Benjamin Button, şimdi de
The Social Network bana hiçbir yönüyle alıştığım
Fincher filmleri gibi gelmedi. Adam hep insanoğlunun ve yaşadığı çevrenin karanlık taraflarından filmler çıkaracak diye bir kalıba hapsetmek doğru olmasa da, gün geçtikçe daha hazırcı, kolaycı ve şabloncu bir yönetmen olmaya başladığını düşünüyorum. Çünkü
Se7en’ın,
Fight Club’ın,
Zodiac’ın, hatta
The Game ve
Panic Room’un yanında bu son iki filminin kopardığı gürültüyü Fincher’ın sanatına uygun görmüyorum. Bu son ikili, kötü olmayan, ne var ki
Fincher adını önüne, yanına, arkasına koyduğumuzda gözümde bana pis pis sırıtan imajlar yaratan filmler olarak görünüyor. Aslında bu filmlerin herhangi bir yanına
Fincher adının konması, bu filmlerin bana vasat gelmeleri gerçeğini değiştirmeye yetmiyor.
Yani işin özü, olaya
Fincher olarak bakmadığımda iyi, baktığımda ise vasat bir film
The Social Network… Bu kadar kolayca işin içinden çıkılıyorsa bile filmi fazla abartmamak gerekir sanırım. Ama filmin sırtını dayadığı
Facebook gibi bir konu olunca abartılması gayet doğal. Benim için doğal olmayan,
Fincher’ın bu kuruluş hikâyesine gerçekten inanarak perdeye aktarmak istemesi mi, yoksa bu sitenin yarattığı popüler rüzgârlardan prim elde etmek istemesi mi kararsızlığına düşmem. En son
Zodiac bitip de yazıları akmaya başladığı anda, günün birinde böyle bir kararsızlığa kapılacağım söylense güler geçerdim herhalde. Çünkü fantastik sınırlar içinde hiçbir neden-sonuç aramak zorunda bırakılmadığımız
“bir adamın yaşlanacağına gençleşmesi” veya
“insanları internet ortamında sosyalleştiren parlak bir buluşun ortaya çıkış hikâyesi” gibi meseleleri
Fincher’ın kalemi olarak göremiyorum. Birisi tamamen Oscar’a oynayan ve sırf bu sebepten olmasa da sıklıkla yönetmenin zanaatından tavizler vermesini isteyen bir “big movie”, diğeri de milyonlarca
Facebook kullanıcısına oynayan daha mütevazi (
Fincher markasına göre sıradan bile sayılabilir) iki film. Marka, büyük yönetmenlere her zaman büyük filmler çekmeyi dayatmaz, dayatmamalı.
Fincher da indie filmler çekebilir. Ama tarzına bu kadar alıştırdıktan sonra
Facebook gibi hiç ilgimi çekmeyen bir konu hakkında film çekmesini beklemiyor olmam, ona olan hayranlığımı sorgulatıyor. Mesele sadece ilgimi çekmeyen bir konu da değil. Böyle (bana göre) sığ konulardan uzun metraj üretmeye kalkınca, marka ne olursa olsun, zanaat da budanmaya başlıyor.
Fincher demirbaşlarında veya benim
Zodiac ve öncesi diye gruplandırdığım tüm filmlerde en az 4-5 sahnede bu zanaatın izlerini görebiliriz. Yağmur altında kafaya dayanan bir silah, tabutta bilinmezliğe uyanış, bodrumda bir şüpheliyle yakınlaşma, eşyaların sahip olduğu bireyin kendini yumruklaması artık
Fincher filmlerinin sanatsal nostaljileri halini aldı. 2002 yılında onun kamerası bir fincan kulbunun içinden geçiyordu, şimdi konuşan züppe kafaları çekiyor.
Ben Mezrich’in
The Accidental Billionaires kitabını
A Few Good Men’in de senaryosunu yazmış olan
Aaron Sorkin’in elden geçirmesi sonucu ortaya çıkan geveze ötesi (ki başka sunacak bir şeyi yok) senaryoyu birinci sınıf kabul ettiğimiz herhangi bir yönetmen de pekâlâ filme çekebilirdi ve iddia ediyorum, şu haliyle
Fincher’ın çektiğinden hiçbir farkı olmazdı. Madem yönetmenlik becerisini tekrardan konuşturmak gibi bir derdi yoktu, o zaman
Mark Zuckerberg’de ve onun
Facebook’unda boncuk bulmuş olmalıydı. Genç yaşta servet sahibi olmuş Harvard’lı geek konseptinden film yapmak teknik olarak
Oliver Stone’un işi,
David Fincher’ın değil.
Stone da
Zuckenberg’in Vietnam geçmişi olmadığı için hiç bulaşmaz böyle şeylere. Benim için gereksiz oluşunu bir kenara bırakırsak, ille de çekilme zorunluluğu hissediliyor olsa bile, bir kere hem
Zuckerberg, hem de
Facebook için çok erken bir film. Zaten doğal olarak yarım kalmış biçimde bitiyor. İkincisi dahi düşünülebilir gelecekte.
Filmle ilgili bir inceleme olmasına rağmen, filmle ilgili fazla şey söylemediğimin farkındayım. Benim için
The Social Network incelemesi bir, bilemedin iki paragraf sürer. Anladığım kadarıyla kitap ve ondan çıkan bir uyarlama olarak filmin ana derdi,
Zuckerberg’in
Facebook’u kurma süreci esnasında yaşadıklarının, insanları belli zümrelerden bağımsız kılıp, daha sonra onlara istedikleri zümreye dahil olma, hatta kendi zümresini kurma fırsatı tanıyan bir anlayışa paralel gittiğini anlatmak. Hazmı zor bir dışlanmışlığa karşı geliştirilmiş karşı tepkinin büyük boyutlarda kabul görmesi ve çağın gereği büyük boyutlarda nakite dönüşmesi. Bunun sonucunda da
Zuckerberg’in insani eksiklikleri yüzünden sosyal çevresiyle yaşadığı ikilemler. Harvard’da, Yale’de, ODTÜ’de, Boğaziçi’nde bazı kulüplere girememe hâlinin, bir kız tarafından terk edildikten sonra patlama noktasına gelip patlaması.
Zuckerberg, eline bir tüfek alıp okulu basmaktansa, ilk kızgınlığıyla seksist ergen eğlencesi
Facemash’i icat ediyor ve internette her kurulan şeyin gelişmesinin önüne geçilememesi sonucu işler adım adım
Facebook’a doğru gidiyor. Peki nedir bu
Facebook?
Elbette gündüz yolda giderken uluorta sümküren bir adamın, gece “sevgi içimizde” konulu videolar paylaştığı alelâde bir internet sitesinden çok daha farklı anlamları var. Bira şişesine işerken gördüğünüz eski bir arkadaşınızın yıllar sonra kelli felli, evli çocuklu bir adam haline geldiğini görmek hayli eğlenceli. Uzun süre kanlı canlı bulunduğu ortamlarda ilerleme kaydedemeyip, yıllar sonra
Facebook sayesinde türlü gruplara davet alan insanlar da var. Geç de olsa sosyalleşmiş olmanın mutluluğu, zamanında dışlanmışlığın acısını hafifletebiliyor onlar için. Ama belki de böyle bir sosyalleşmeye, adını bile hatırlamadığım insanların düğün fotoğraflarına veya insanlara yapılan nostaljik geri dönüşlere hiç ihtiyaç duymadığım için
Facebook benim için sadece alelâde bir site. Onun kuruluşu ve züğürtün çenesini yoracak bugünlere gelişinin hikâyesi de aynı ölçüde sıradan geldi bana.
The Social Network’ten,
Facebook’tan hareketle, ama
Facebook dışında başka çıkarımlarda bulunmak, onu biraz daha anlamlı yapıyor. O da filmin izin verdiği ölçülerde olursa. Dışlanmışlığa verilen anarşist bir tepki gibi laflar filme çok fazla.
Fight Club izlemiyoruz neticede.
Mark Zuckenberg nasıl zengin oldu, şu an ne kadar serveti var, yanlışlarının bedelini kaç parayla ödedi sorularının cevabını merak ettiğim için izlemedim filmi.
David Fincher var dediler geldik. Kötü olmadı, epeyce kıvrak zekâ ürünü cümle duyduk,
Victoria’s Secret’ın kuruluş öyküsünü öğrendik, bir zamanlar asrın buluşu olarak gördüğümüz
Napster’ın mucidi
Sean Parker’ın nasıl yozlaşmış bir piçe dönüşmüş olduğunu anladık. Ne var ki ne eksantrik bir
Fincher mekânına, ne de sahnesine rastladık. İşin içinde bir gizem, karanlık, bilmece bulmaca olmadığı için
Fincher sanatı da yara alıyor haliyle.
Daha söylenecek çok şey olmasına rağmen, diyalog ağırlıklı bir filmin merkezine oturan oyuncu kadrosu hakkında da bir şeyler yumurtlayarak veda edelim.
Fincher belli ki son harikası
Zodiac’taki
Gyllenhaal-Ruffalo-Downey Jr. üçlüsünün yarattığı kimyevi dinamizme benzer bir havayı
Eisenberg-Garfield-Timberlake üçlüsünden beklemiş. Yalnız
Zodiac’ta bir türlü yakalanamayan seri katile üç farklı açıdan bakılırken, burada bence hiç de film niteliği olmayan üç karakterin ruhsuz bütünleşmesi yer almakta. Diyalog ağırlığı altından kalkabildikleri ölçüde bazı anlarda o dinamizmi de yakalamışlar. Ama bence bir tek
Andrew Garfield o laf kalabalığını oyunculuk disiplinine dökebilmiş.
Justin Timberlake’in iyi görünüyor olmasının en önemli sebebi de
Sean Parker için yazılan sahnelerin bilgelik-yavşaklık arasında gelgit yapması. Ezberiniz iyiyse, kamera önünde rahatsanız ve yapınıza en uygun rolü oynuyorsanız
Justin Timberlake de olsanız iyi bir oyun çıkarabiliyorsunuz. Ama
Jesse Eisenberg ruhsuzluğunun adı iyi oyunculuk vesaire değil. Bu çocuk, aynı
Timberlake’in bu filmde üzerine konduğu tüneğin bir benzerine
The Squid and The Whale’de konmuştu. O zaman hiç yabancılık çekmiyor/çektirmiyorlar.
Eisenberg son yıllarda özellikle ciddi veya komik olsun, Amerikan sinemasında esas oğlan kontenjanında doğan “nerd, geek, inek, ergen, zekâsı veya saflığı kaslarından önce gelen” tiplemeler için
Michael Cera ile birlikte bir nimet haline geldi. Onların iletişimsizlikten muzdarip teknoloji çağında özdeşlik kurmanın çok daha kolay olduğu saf, boş bakışlı ve ezberci başrollerini daha çok görürüz. Benim asıl merak ettiğim,
Benjamin Button tersine yaşlanıyordu,
David Fincher ne yöne yaşlanıyor acaba? Şimdilerde 2009 tarihli
Niels Arden Oplev filmi
The Girl With The Dragon Tattoo’yu yeniden çekiyor. Zaten hazırda çok iyi bir çekilmişi varken, şu yakın tarihli yabancı filmleri Amerikanlaştırma gereksizliğine bulaşmış olması nedeniyle bu sorunun cevabı bende saklı.